Şankıti Seminer Görüntüleri
‘Demokrasi’ bir değer sistemi değil! toplumun inandığı değerleri uygulama sistemidir…
ŞANKITİ
1. Bölüm |
2. Bölüm |
Bugün ‘Türk-Arap İlişkileri ve Yeni Ortadoğu’ meselesi üzerinde duracağız. Yenii Ortadoğu’dan kastımız; Ortadoğu’da Tunus ile başlayan, Mısır’da devam eden ve birçok Müslüman ülkede hız kazanmış olan devrimlerden sonraki Arap dünyasının içinde bulunacağı durum. Yeni Ortadoğu’dan kastımız bu. Öncelikle bu Arap devrimlerine gelelim. Amerika’lı Briefing Grayadlı yazarın bu konu ile alakalı bir kitabı var. O kitaptan da yararlanarak, öncelikle; ‘Devrim nedir?’ Sorusu ile başlayabiliriz. Devrimin üç aşaması vardır. Bu üç aşamada gerçekleşir devrim; bunlardan ilkini; kültürel ve felsefi düzey olarak adlandırabiliriz. İnsanlar, öncelikle; yaşam kavgası verirler. Yaşamak için, onurlu bir yaşam için kavga ederler. Kültürel ve felsefi düzeyin en önemli belirleyicisi budur. Devrimler bahsedildiği gibi, ümitsizlikten ve tükenmişlikten değil, tam tersine, bir ümit ile başlarlar. Ama öyle bir an gelir ki, umudun tükendiği nokta olur. Tam orda patlama yaşanır. İşte Tunus’da Muhammed Buazizi kadreşimiz kendisini yaktığı zaman bu, bardağı taşıran son damla olmuştu ve insanları harekete geçiren o ümidin tükendiği an devrimi başlatmıştı.
Devrimin gerçekleşmesi için, öncelikle başarıya götürecek bir araç lazım. Fakat nedir bu araç? Arnold Toynbee’nin meşhur bir deyimiyle ; ‘Devrimler araçsız gerçekleşmez! Ve insanların bu ümitsizlikten kurtulup kendilerini ifade etmeleri için bir yöntem lazımdır.’ Arap müslüman halkların uyguladıkları yöntem ise barışçıl gösteriler, barış devrimi yöntemidir. Bu bağlamda değerlendirilmelidir yasemin devrimi. Uzun yıllar Arap dünyasında kanlı devrimler, iktidar çabaları, darbeler gerçekleşmişti. Bunların hiçbiri, bugünkü barışçıl devrimlerin ulaştığı sonuca varamamıştı. Devrimlerin üçüncü aşamasında ise İletişim araçlarının çok önemli yerii vardır. Nitekim Arap devrimlerinde Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinin ve değişik iletişim araçlarının katkısı çok önemlidir. Bu noktada şu husus önemlidir. İnsanların bu gibi paylaşım ortamlarında İfade etmek istedikleri şey yazıya geçilirken bir takım kontroller yapılarak, nasıl anlaşılacağını düşünerek, düzenlemeler yapılarak ifade edilmemekte. Bu Facebook ve Twitter, benzer çağdaş iletişim araçları; insanların içinde bulundukları durumu direk ifade etmelerine, görüntüler vasıtasıyla veya şekilsel anlamda bir kaygı gütmeden üstünkörü yazılar, direk duyguları ifade etmekte ve dünya ile doğrudan bir iletişim gerçekleşmektedir. Bu minvalde, yeni iletişim araçlarının da rolü büyüktür.
Madem; ‘Türkiye-Arap’ ilişkilerinden bahsediyoruz, önce biraz Türkiye’den bahsedelim. Uzun yıllar önce, Arap edebiyatçılarından Cahız’ın Türk menkıbeleri diye bir kitap okumuştum. Burada Türklerin askeri başarılarından, özellikle okçuluk alanındaki başarılarından bahsediliyordu. Okunu attığında birçok avı avlayabilen okçulardan bahsediyordu. Bu bağlamda kitapta ‘Türk’ün dört gözü vardır ikisi önde ikisi arkada’ diye bu meşhur deyim ile Türk’ün askeri alandaki başarıları takdir ediliyordu. Bu deyişi çok anlamlı buluyorum. Günümüz için şöyle anlaşılabilir. Şimdi, günümüzde de Türkiye’nin, ikisi doğuya bakan ve ikisi batıya bakan sanki dört gözü var. Kitaptaki dört gözlü Türk tiplemesi, bugün kültürler arasında iletişimi kuran bir köprü olması hasebiyle Türkiye için tam uyuyor. İşte bu deyişten yararlanarak Türkiye’nin hem batıya bakan hem de doğuya bakan dört tane gözü olduğunu mecazi anlamda söyleyebiliriz. Yeni Ortadoğu’dan kastımız ise; Şimon Peres’in, Yahudi, Siyonist, İsrail’li Şimon Peres’in ‘Ortadoğu’ adlı kitabında bahsettiği şey değil. Çünkü o, bir anlamda İsrail’in Egemenliği altındaki bir Ortadoğu’dan bahsediyor. Genel olarak bundan bahsediyor. Bizim Ortadoğu’dan kastettiğimiz şey; Halkların kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olması gerektiğidir. Bir Ortadoğu dünyası, bu yeni Ortadoğu’nun ikinci önemli bir özelliği ise; Ortadoğu halkları arasında Batı’nın olmamasıdır. Ortadoğu ülkelerinin arasında doğrudan iletişimin kurulmuş olmasıdır. Artık Batı araya girmeden, iki Müslüman devlet, iki Arap devleti birbirleri ile doğrudan iletişim kurmalıdır. Tabi diğer taraftan; Şimon Peres’in arzuladığı hedeflerin aksine İsrail devleti, gün geçtikçe iyiden iyiye yalnızlaşmaktadır. Bunun dışında; Batı etkisi, özellikle Müslüman ülkelerdeki karar alma mekanizmaları üzerinde tahakküm oluşturan Batı etkisi; günden güne, azalmakta gerilemektedir.
’Türk-Arap ilişkileri’ konusuna tekrar dönecek olursak, şunu söyleyebiliriz; Türkiye, Ortadoğu halkları nezdinde önemli ve ciddi bir duygusal/manevi sermayeye sahip durumda. Bu manevi sermaye temelde iki şeyden kaynaklanıyor. Bunlardan biri; Tarihten bu yana Müslüman’ların tek bir ‘çatı’ altında yaşamış olmaları ve o ‘çatı’ altında önemli görevler üstlenmiş olmalarıdır. Diğeri ise; Son dönemde Türkiye’de gerçekleşen, hem İslami anlamda hem de Ortadoğu’ya bakış anlamında değişimlerin olumlu olması diyebiliriz. Bu iki nedenden dolayı Arap halkları nezdinde Türkiye’nin duygusal/manevi bir sermayesi var. Bence Türkiye bu fırsatı değerlendirmeli ve bu manevi sermayeyi kullanmalıdır. Çünkü bu manevi sermaye; böyle yapmacık diplomatik ilişkiler gibi değil! Gerçekten, hayatın içerisinden, duygularından ve kökünden gelen bir sermayedir. Kullanılması gerekir.
Arap halkları, artık Batı’nın Demokrasi yalanlarından iyice bıkmış durumda. Batı, Demokrasi’ye çağrı davasını yürüttüğü halde, Ortadoğu’daki ülkelere, totaliter rejimler getirip desteklemektedir. Ne zaman bir halkın gerçekten seçmeyi tercih ettiği bir yönetici iş başına gelse, hemen onun başına çeşitli entrikalar gelmektedir. 91’de Cezayir’de olan şey, Filistin davasına yapılanlar... Batı’nın demokrasi söyleminin tu kaka olduğunu görmemiz açısından önemlidir. Arap Halkları bundan artık usanmıştır! Türkiye’nin Ortadoğu devrimleri üzerine yaptığı değerlendirme de çok sağlıklı görünüyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı açıklama ve sağlıklı değerlendirme bunu gösteriyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da yaşanan devrimlerin, Tarihten gelen bir takım sıkıntıların doğal patlaması olduğu ve yöneticilerin artık halkların sesine kulak vermeleri gerektiğini söylemesi bu değerlendirmeleri yapmamızın nedeni. Bu noktalar, Türkiye’nin Ortadoğu’da gerçekleşen devrimler üzerine yaptığı değerlendirmelerini anlamakta önemli noktalar.
Libya ve Suriye’de gerçekleşen ayaklanmaları ayrı tutarsak, Türkiye’nin diğer Arap devrimlerine karşı takındığı tavır; Batılılardan çok daha tutarlı ve olumlu olmuştur. Nitekim Tayyip Erdoğan, hemen hemen bütün batılı liderlerden daha önce Hüsnü Mübarek’in görevi bırakması çağrısı yapmıştır. Aynı şekilde Tunus’da da Türkiye’nin tavrı, daha erken ve tutarlı olmuştur. Fakat Libya ve Suriye konusunda Türkiye’nin takındığı tavır Arapların nezdinde -Arapların gözünde- problemli görülmektedir. Libya ve Suriye konusunda Türkiye’nin tavrının problemli olduğunu söylememizin temel nedeni şu; Amerikalıların meşhur bir deyimi var; ‘Beklentilerin büyük olduğu yerde, hayal kırıklıkları da büyük olur.’ Araplar, Türkiye’den artık daha önemli adımlar bekliyorlar. Tunus ve Mısır’da gerçekleşen tüm bu devrimlerden sonra; Türkiye’den beklenilen tavır farklı oluyor Arap halkların nezdinde. O yüzden, Türkiye’de beklentiler büyük olduğu için ve Türkiye’de bu beklentiyi karşılamayınca hayal kırıklığı oluşmuştur. Problem dediğimiz şey, bundan kaynaklanıyor. Arap halklarının değerlendirmelerini hepsi objektif temelli değerlendirmeler olmayabilir. Türkiye’nin Libya ile birçok ekonomik ilişkisi bulunmaktadır. Suriye ile de oldukça uzun bir sınırı var. Arap halkları Türkiye’nin tutumunu değerlendirirken, bütün bu değişkenleri (stratejik çıkarları) hesaba katmayabilir, çok boyutlu düşünemeyebilirler. Bazı Araplar, her şeyi siyah beyaz görebilir, ya bizdensin ya onlardansın gibi tanımlamalar yapabilir. Oysa durumun, sandıklarından daha karmaşık ve anlaşılmaz olması da mümkündür. Ama tüm bunlara rağmen, Arap halklarının bugünkü Suriye ve Libya politikasında Türkiye’nin uyguladığı politikaya olumsuz bakmalarını da dikkate almak gerekmektedir. Fakat resmin bütününe bakarsak, kazananlar ve kaybedenler diye karşılıklı bir değerlendirmeye tabi tutarsak; Türkiye’nin bu son dönemde gerçekleşen bütün bu koşullar içerisinde, Araplar nezdinde kazanımının daha büyük olduğunu, politikalarının daha olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin Araplar nezdinde elde ettiği kazanım hakkında konuşacak olursak şu üç tespiti yapmamız mümkün.
Araplar, bir kere Türkiye’nin baskıcı totaliter yönetimlerden değil, halklardan taraf olduğunu düşünüyorlar. Türkiye’nin böyle bir kazanımı var. İkincisi, Araplar Türkiye’yii önlerinde bir demokrasi modeli olarak görüyorlar. Üçüncüsü de Türkiye’nin gerek Libya’da, gerek başka yerde, kendi vatandaşlarını dünyanın her yerinde koruyabilen, bu anlamda halkının devleti olan bir model teşkil ettiğini düşünüyorlar. Bütün bunlar Araplar nezdinde Türkiye için iyi bir kazanım sayılır. Bu söylediklerimizin en somut olarak görüldüğü önermelerden biri de şudur; Abdullah Gül, Mısır’a gittiği zaman, onu devrimden sonra devrimi gerçekleştiren gençler büyük bir şevkle karşılamışlardı. Fakat Hilary Clinton Tahrir Meydanı’na gittiğinde ise protesto etmişlerdi. Bu durum Türkiye ile Batı’nın Araplar nezdinde farkını somut şekilde gösteriyor.
Türkiye’nin kayıplarına gelince; bir kere öncelikle Türkiye bu politikayı sürdürdüğü sürece gelecekte Libya’yı bir dost olarak kaybetmektedir. Çünkü ileriki dönemler için Libya ile Türkiye’nin, tarihi ve ekonomik olarak birçok anlamda sağlıklı ilişkiler kurması gerekir. Ama Türkiye’nin kayıp hanesine yazabileceğimiz ilk şey Libya konusudur. Libya’nın önemi gayet açık, ama birkaç noktadan vurgulamak gerekirse; bir kere Libya Akdeniz’e en uzun sınırı olan Müslüman Arap ülkesidir; 1800 km civarında bir Akdeniz sınırına sahip. İkincisi, dünyada en iyi kalitelide olan petrol kaynaklarına sahip ülkelerden biridir. Bu ve benzeri nedenden ve aradaki tarihi/kültürel bağlardan dolayı Türkiye, Libya’yı terk etmemelidir. Fakat görüyoruz ki, Türkiye’nin son dönemde Libya konusunda Türk bürokratların, siyasilerin yaptığı açıklamalar pek isabetli değil. Tabloyu resmetmeye çalışırsak durum şudur; Batı’lılar Libya’ya müdahale ettiklerinde aslında tam müdahaleden önce, hatta ‘BM’ güçleri Bingazi sınırına geldikleri noktada durum çok vahimdi. Eğer o müdahale olmasaydı Bingazi’de, bir zamanlar Saraybosna’da yaşanan şeyler yaşanırdı. Büyük bir katliam yaşanabilirdi.Türkiye, öyle bir durumda müdahale karşısında çok net bir tavır koyamadı, Libya halkının isteklerini karşılayamadı ve bu gün hala aynı tavrını sürdürüyor.Net bir tavrı yok. Örneğin, son günlerde tartışılan muhalefetin silahlandırılması konusunda da Türkiye çekinceli davranıyor. Libya halkının lehine olacak şeylerde Türkiye’nin yavaş davrandığını gözlemliyoruz; Bu ise Arap halklarının Türkiye algısında olumsuz değişimlere yol açıyor.
Fransa ve Türkiye arasında birtakım problemler olduğunu biliyoruz ve Türkiye’nin NATO içerisinde veya dışarısında Fransa’ya karşı politikalar geliştirdiğini anlıyoruz. Fransa’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine engel olmaya çalıştığını da biliyoruz. Bu çerçevede Türkiye’nin Fransa’ya karşı tavır almasının altında bu sebeplerin yattığının farkındayız. Ama doğru olan, bu problemlerin çözümünde Libya’ya zarar verecek adımlar atmak değil, ortaya çıkan bu boşluğu doldurmaktır. Mısır ve Türkiye gibi iki büyük Müslüman ülke söz konusu boşluğu doldurabilecek olsalardı, Fransa’ya karşı belki verilecek en sağlıklı cevap bu olurdu. Eğer onlar ile Türkiye arasında bir problem varsa, bu problemi Libya halkının lehine, Fransız’ların aleyhine çözecek çözümlemeler bulunabilirdi. Mevcut çözüm Libya halkının zararınadır.
Türkiye’nin önünde büyük bir adım atma durumu var. O da Suriye’deki devrime karşı nasıl bir tavır alacağı ile ilgilidir. Türkiye büyük bir sancıdan geçecek! Türkiye ile Suriye arasında uzun bir sınır var. Geniş bir komşuluk ve Libya’da olduğu gibi Suriye ile de tarihi bağlar ve ilişkiler var. Türkiye’nin alacağı tavır burada çok önemli. Şimdi geçici ve kısa vadede halkı destekleyerek uğrayacağı bazı kayıplar, uzun vadede çok büyük kazançlara dönüşebilir. Evet, kısa vadede Beşar Esad ile birtakım diplomatik krizler yaşanabilir, ama eğer Türkiye doğru tavrı alıp halkı destekler ise ilerde kazançlı çıkabilir. Uzun vadede halkı kazınmış olur. Suriye halkı, eninde sonunda galip olacağı için uzun vadede Türkiye kazançlı çıkacaktır. Bu durum, şu anda Türkiye’nin en büyük sınavlarından birisidir. Türkiye’nin işi kolay değil. Başta paylaştığım gibi dört gözlü rolü oynaması gerekiyor. Hem Batı ile ilişkileri var hem de doğusunda, İslam dünyasında yaşanan olaylara karşı net ve doğru bir tavır alması gerekiyor. Her iki alanda doğru tavrı gerçekleştirmek için Cahız’ın bahsettiği gibi dört gözlü okçunun maharetine sahip olmalıyız. Allah yardımcımız olsun. Esselamu Aleykum..
Soru - Cevap
Demokrasi İslam Dünyası için önerilecek bir yönetim şekli midir?
Bir kere her Müslümanın gönlünde yatan şey tabi ki demokrasi değil, İslami bir yönetim sistemidir. Âmâ şunu kabul etmeliyiz ki, Demokratik bir sisteme geçmek -Müslüman toplumlarda- İslami bir siteme geçiş yolunun yüzde 50’sini kat etmek demektir. Çünkü Demokratik siteme geçildiğinde, anayasal anlamda İslami bir sisteme geçmiş olacaktır. Hukuki ve ahlaki anlamda Demokrasi, İslam demek değildir. Şu noktayı dikkate alırsak eğer; her Demokratik ülke, her demokratik yönetim İslami değildir ama her İslami yönetim demokratiktir. Bu bağlamda demokratik olmak, İslami yönetimin aslında olmazsa olmazlarından olduğu için demokratik yönetime ulaşmış olmak, yolun yüzde 50’sini geçmiş olmak demektir. Tabi orda iş bitmiyor elbette, ahlaki anlamda diğer bütün kanunlar anlamında demokrasi yolun sonu değil, yarısıdır. Ama her İslami yönetim eninde sonunda demokratik olmalıdır. Demokratik olmayan İslami yönetim düşünülemez. Şu an bütün Arap halkları Müslüman yönetim istiyorlar. Tabiî ki Arap ülkeleri arasında İslami bir yönetim istemeyen yok. Fakat totaliter rejimler, baskı rejimleri bu isteklerin önünde ciddi engell oluşturuyor. Şu anda gerçekleşen devrimler için İslami devrimler diyemeyiz ama büyük hedefin önünde durmakta olan o totaliter rejimleri yok etme aşamalarındadır. Bu engeller yok edildiğinde, halkın istediği olacak.
Tarih boyunca Müslümalar, totaliter bir yapı ile yönetildiler. Bu baskı yönetimleri Müslümanlara metot olarak sunuldu. Hz. Muhammed sonrası Emevilerde başlayan bu süreç hep totaliterizmi getirdi; bu yanlış nerden başladı?
Öncelikle şunu söyleyeyim; Sahabe arasındaki ihtilaflar adlı eserim Türkçeye çevrilmişti. Bu konu hakkında o kitapta genişçe söz ediliyor, daha geniş bilgi isteyenler oraya bakılabilir. Ayrıca şunu söylemekte de yarar var; İslam’ın getirdiği -özellikle yönetim alanındaki ilkeler prensipler-yani İslam’ın geldiği 21 yy. çağını düşünürsek o dönemde İslam’ın tavrının tarihin çok çok ilerisinde olduğunu fark ederiz. Çünkü o dönemde dünyanın her tarafında totaliter baskıcı rejimler söz konusuydu. Krallıklar, baskıcı yönetimler. Böyle bir devirde Raşit Halifeler devri yaşandı. Dünyada bir istisnaydı! Tarihin çok ilerisinde olan bir durumdu. Ama gel gör ki, günümüzde durum tam tersine dönmüş durumda. Çünkü şu anda Müslümanlar tarihin ve dünyanın gerisindeler. Dünya özgürlükler konusunda adımlar atmakta olduğu halde Müslümanlar hala istimlâk, istibdat, baskı ve totalitarizmin pençesinde yaşıyor. Durum tam tersine dönmüş durumda.
Bu devrimlerin arkasında Amerika /Batı emperyalizmi’nin parmağı var mıdır?
Kesinlikle Arap devrimleri 80’lerin sonuna doğru Avrupa’da yaşanan Devrimlere benzemiyor. Bütün bunlar halkın kendi kökünden, içinden gelen hareketler, arkasında başka bir güç aramak doğru değil. Ama şu vurguyu yapmak gerekiyor; İnsanın aklına böyle bir şeyi getiren bir durum var. Çünkü Batılıların pragmatik, çıkarcı zihniyete sahip olduğunu biliyoruz. Uzun yıllar o totaliter rejimleri desteklediler, ama o destekledikleri totaliter sitemlerin çöktüğü gün, adeta son treni, son otobüsü kaçırmamak için halklardan yanaymış gibi tavır almaya başladılar. Her halükarda bu bölgedeki çıkarlarını korumak istiyorlar. Bu zamana kadar bunu o totaliter sistemler aracılığı ile yapıyorlardı, ama o sistemlerin çöktüğünü görünce yerine gelenlerden faydalanmak için uzun yıllardır halklardan tarafmış gibi ikiyüzlü bir tavır takınabiliyorlar. Bu ise bize, acaba bu hareketlerin arkasında Batılılar mı var gibi düşündürüyor. İşin doğrusu öyle değil! Doğrusu bu hareketler halkların kendi iradelerinden doğmaktadır.
Türkiye’deki etnik ayrımcılığa nasıl bakıyorsunuz? Bu etnik ayrımcılığın azınlıklar üzerindeki etkisini göz önünde bulundurduğumuzda, çözüm önerileriniz nelerdir?
İslam, milli kimliğin zayıfladığı, bütüncül kimliğin hâkim olduğu bir medeniyettir. İslam düşmanı Bernard Lewis gibi Batılı yazarlar bile İslam medeniyetinin diğer medeniyetlerden farkı olarak bu yönüne dikkat çekiyorlar. Çünkü birçok medeniyet ayrımcılık yaparken; kendisini kültürel, milli, ırkçı ayrımlara dayanarak inşa ederken İslam medeniyeti, bunların mümkün mertebe izole edildiği ümmet bilincinin olduğu bir medeniyet olarak yükselmiştir. Amerikalı bir yazar, Türk tarihini otobüse benzetir. Orta Asya’dan yola çıkmış batıya doğru seyreden bir otobüse… Tarihten bu yana sürekli Türk halkları rotayı batıya doğru çevirdi. İşte, Anadolu’ya gelindiğinde hala Batı’ya doğru bir eğilim vardı ama bu otobüs her durduğunda yolcuların bir kısmı inip başka yeni yolcular biniyorlar ve ilerledikçe, birçok duraktan geçtikçe artık şoför bile, geri dönüp baktığında yolcuların hiçbirini tanımadığını görüyor. Yine bu etnik kimlik var olmakla beraber Kürdüyle, Türküyle, Çerkeziyle, Arabıyla; Türkiye Cumhuriyeti bu problemleri aşabilmek için geçmişten gelen bir birikime sahip. Sürekli, birçok halkıı bünyesinde barındıran bu otobüs birikimi, bu sorunları aşması için yeterli birikime sahip olduğunu gösteriyor. Bu otobüs benzetmesi aslında Araplar için de uyuyor. Kuzey Afrika Berberilerinden tutun, Sudanlılar, Zenciler ve daha birçok millet, İslam medeniyeti içerisinde Arapça konuşmaya başlamışlar ve aradaki etnik farklar soluklaşmıştır. Aslında İslam, ‘ulus’ olgusuna temelde karşı değildir. Önemli olan üstte bir İslam şemsiyesinin bulunmasıdır. Hz Peygamber’in bir hadisi vardır; ‘Müminin en hayırlısı Allah ve resulünü her şeyden daha çok sever’ diye. Allah ve resulünü her şeyden daha çok sevmedikçe tam anlamıyla mümin olamazsınız. Yani bu hadiste başka şeyleri Allah ve Resulünden ve vahiyden çok sevmeyin diyor. İnsan birçok şeyi sevebilir ama Allah ve resulünün sevgisi üstte olmalıdır. Hepsinin üstünde, evet, hepsinden öncelikli olmalıdır bu. Böyle olunca problem yok demektir. İslam temel şemsiye vasfını kuşandığı vakit bu şemsiyenin altında ulus mantığının yeri vardır, fakat şemsiyenin önüne geçmemesi, üzerine çıkmaması şartı ile.
İslami Hareketler bu devrimlerin neresinde?
İslami hareketler, evet Arap devrimlerinin tetikleyicisi, organizatörü değiller. Ama seyircisi de değiller! Yani sahadaki oyunu dışarıdan seyreden kimseler de değiller; Bu devrimlerin içerisinde İslami hareketlerin fiili aktör olma durumları var, onlar ile beraber laikler, sosyal demokratlar, sosyalistler de var. Bir de İslami hareketler oynadıkları rolü bir anlamda takiyye yaparcasına gizlemeye çalışıyorlar. Çünkü Batı’nın durumu malum. Bu hareketlerin, devrimlerin İslami olması durumunda yapabilecekleri şeyler kısa ve uzun vadede malum olduğu için, İslami hareketler özellikle geri planda gibi görünmeye özen gösteriyorlar. İslami hareketten birinin ısrarla “Bu devrimler İslami devrimler değil, bunlar halkın devrimi işte” dediğini hatırlıyorum. Facebook ve sosyal paylaşım sitelerinde toplanan sıradan halkların, gençlerin devrimi imajı aslında tamamen öyle değildir. Bu devrimlerin İslami bir kimliği var fakat ısrarla ve özenle İslami hareketler cemaatlerini geri planda tutmaya çalışıyorlar.
Bir yüzyıl sonrasında nasıl bir toplum hayal ediyorsunuz?
Bu sorunun cevabı şiir/edebiyat ve romantizm olur, siyaset değil! Bırakın 100 seneyi, 20 sene sonrası için bile çok iyimser ve umutluyum. Allah’ın izni ile Müslüman halklar birbirlerine yakınlaşacak ve kaynaşacaklar. Engeller birer birer yıkılıyor. Bir ümmet bilinci; Müslüman halkların arasında bir dayanışma bilinci, ortak bir ruh canlanıyor. Tabi bununla birlikte fikri ve bilimsel anlamda ve kültürel anlamda Müslümanların bugüne oranla çok daha zenginleşeceği ve güçleneceği bir dünya umuyorum. Yüzyıl değil, yirmi sene sonra bile bu görünüyor.
Demokrasiyi nasıl bir çözüm yöntemi olarak görüyorsunuz? Bu doğru bir mantık mıdır, neden direk çözüm olarak İslam'ı önermiyorsunuz?
Demokrasi’ye direk kavramsal olarak bakarsanız eğer problem çıkar. Batı’dan gelmiş, birçok problemi olan kavram, ama içerik olarak; insanların kendilerini yönetmeleri, yani baskıyla, güç kullanma ile değil de insanların kendi iradesi ile yönetilmeleri. Bu İslam’ın reddettiği bir durum değildir. Raşit halifeler devrine baktığımızda durum böyledir. Hz. Ömer, Ebubekir, Osman ve Ali. Hepsi farklı kabilelerden, birbirlerinin akrabası veya yakını olmayan insanlar olmasına rağmen sırasıyla halife olmuşlardır. Bu bir veraset değildir, bir saltanat sistemi de değildir. Ayrıca zorla, baskıyla gelmiş bir sistem de değildir. Yani demokrasi kavramını değil de şura kelimesini koyarsak belki bir itiraz olmayacak. Burada önemli olan mefhum, halkın kendi iradesi ile yönetim şeklini belirlemesi, yönetmesi. Başımızda bellii tahakkümcü güçlerin totaliter bir şekilde bulunmaması. İşte amaç budur. Böyle düşünüldüğünde aslında problem yok demektir. Buradaki durumun, İslami sisteme ters bir şey olmadığı anlaşılabilir. Türkiye’deki Demokrasiyi çok iyi bilmiyorum. Türkiye’deki Demokrasiyi siz daha iyi biliyorsunuz. Örnek olabilir mi? olmaz mı? Bilemem ama şu anki durum için söz konusu olabilecek başka bir durum yok. Hz. Peygamberin aynı anda birden çok görevi üstlenmesine gelince; bir kere o dönemde Hz. Peygamber var iken başkasının şahsında herhangi bir otoritenin bulunması söz konusu değil. Dolayısıyla her türlü otorite doğal olarak Hz. Peygamber’in şahsında toplanmıştır. Bir de fıkıh usulünde bir ilke var. Bu ilkeye göre Hz Peygamberin fiilleri vucub değil, İbaha ifade eder, yani Hz Peygamber’in bir şeyi yapmış olması o şeyin muhakkak öyle yapılacağı, başka türlü yapılamayacağı anlamına gelmez. İslam’da böyle bir durum mubahtır. Ama başka türlü yapılamaz, İslam’da kesinlikle başka metot yoktur denmez. Tekrar söyleyelim, usulde Hz Peygamber’in davranışları vücup değil, ibaha ifade eder.
Laik Demokrasi ya da Müslüman Demokrasisi olabilir mi?
Demokrasi bir değer sistemi değil, toplumun inandığı değerlerin uygulama sistemidir. Müslüman bir toplum Demokrasi’yi uyguladığında kendi değerlerini yansıtabilir. Gayrimüslim bir toplum uyguladığında kendi değerlerini yansıtabilir. Mesela; İsviçre parlamentosu toplanıp içkinin yasak olmadığı ile alakalı bir karar alabilirler. Müslüman bir toplum ise tam tersi bir yasa çıkarabilir. Yani Demokrasi bir değer sistemi değil bir icra sistemi, uygulama sistemidir. Sonuçta, o halkın içinde bulunduğu değerler her neyse onlar halkın talepleri vasıtasıyla uygulamaya konur. Azınlıkların değerlerinin temsil edilmesi anlamında laik olmayan demokratik sistem olabilir. Laiklik sonuçta bir değerdir ahlaki bir tavırdır. Dünyaya karşı bir duruştur. Sonuçta Demokrasi’yi uygulayan halkın görüşleri önemlidir. Laik insanların laik demokrasisi olur, Müslüman insanların ise Müslüman demokrasisi olabilir bu bağlamda bunların ayrı iki durum olduğunda göz önünde bulundurmalıyız.
Laikliği iki şekilde değerlendirebiliriz. Çünkü farklı laiklik anlayışları var. Fransızların temsil ettiği katı Laiklik anlayışı ile daha çok İngilizlerin temsil ettiği ılımlı laiklik. Bunlar içerisinde Fransız Laikliği herkesçe bilindiği için, bu olumsuz intiba oradan geliyor. Laiklikte din-devlet ayrımına karşıyım! Dinin şiarların devletten ayrılması gereklidir. Mesela bir cami imamının aynı zamanda bir siyasi lider olması, bir başka cami imamının da bir başka siyasii lider olması gibi… Yani, direk uygulamadaki gibi herkes tarafından uygulanan şiarların siyasi meselelerin içine girmesi Müslümanları birbirine düşürüp bölebilir. Bu açıdan siyaset üstü olması yani siyasetten devletten ayrılması anlamında bir laiklik mümkündür. Fakat dinin hukuki anlamda devletten ayrılması şeklindeki laiklik benimsenemez
Şimdi Amerika ve Batılı ülkeler NATO ve BM'yi işgal araçları olarak kullanıyor. Sömürü ve kendi tahakkumlerini koruma amaçlı kullanıyor. Günümüz dünyasında NATO ve BM niteliğinde olabilecek bir İslam gücü oluşturulabilir mi?
Bugün Libya’nın çevresinde Libya’yı koruyan bir Müslüman gücü olsaydı eğer NATO’nun müdahalesine gerek kalmazdı zaten. Bu tür birliklerimizin yok maalesef. Batılılar böyle bir durumda fırsatı kaçırmıyorlar. Oysa Müslümanların vahdet mesajı, birlik mesajı açıkça belirtiliyor. Ama bu bağlamda kısa vadede NATO’nun müdahalesi gerekli bir durumdu. Çünkü orda bir yangın vardı ve o yangının sönmesi lazım oradaki insanların zulüm görmemesi için. Bu minvalde NATO’nun müdahalesine ılımlı bakıyoruz yoksa Müslümanların batıya fırsat vermemeleri kendileri bir teşkilatlanmaya gitmeleri dini bir vazifedir. Maalesef eksik bırakılan bir durum. Bu anlamda birçok çalışma var en dikkate değer ise Malik Bin Nebi’nin çalışması. Malik Bin Nebi, İslam dünyasının beş ile altı siyasi, kültürel, tarihi bölgeden oluştuğunu söylüyor. Anadolu Müslümanları bölgesi, Arap Müslümanlarının bölgesi, İran Müslümanlarının, Afrika Müslümanları… Bu bağlamda Müslümanların her biri kendi bölge ve kendi etraflarında İslami birliği sağlayacak olsa, başta bütün Müslümanların hepsi için bu güzel bir durum olabilir. Beş- altı ayrı bölgede ayrı tarihi, siyasi kimliğe sahip Müslümanların kendi aralarında sağlayacakları bir birlik ileride daha büyük Müslüman birliği için çok ciddi bir hazırlık aşaması olabilir. Bu anlamda Malik Bin Nebi’nin fikirleri önemsenmeli. Ayrıca, Avrupa birliği modelini de Müslümanlar düşünmelidirler. Aşama, aşama geliştirilen bir birlik direk sınırları kaldırmak gerek değil ama. Ekonominin içinde siyasetin içinde gittikçe gelişen belki en sonunda sınırlarında kaldırılacağı bir metot izlenmelidir. Tabi bu alanda daha değişik çalışmalarda var.
İçinde Bulunduğumuz süreç tersine işler mi? Bu devrimlerin sonucunda İslam devletlerinin durumu nasıl olacak?
Özgürlüğün geri dönmesi sürecin tersine işlemesi mümkün değil! Bu minvalde Hegel ’in bir sözü var ‘halklar sürekli özgürleşmeli’ diye. Benbu söze katılıyorum.Daha küçük çaplı istisnalar olabilir ama genel anlamda özgürlükler kolay kolay kaybedilmez. Müslüman yönetimlerin eğer bugün özgürlükçü iseler ilerde baskıcı olacaklarını da düşünmüyorum. Özgürlüğün kolay kolay kaybedilebileceğini düşünmüyorum ama kaybedildiğinde de baskıcılığın, istibdadın İslamiliği olmaz; istibdat istibdattır. Devlet üzerine öteden beri siyasii ve felsefi tartışmalar yapıldı. Yakın dönemde Marks’ın devletin gereksizliği ve devletin ortadan kalkabileceği üzerine söyledikleri. Ben ilerde böyle olacağını düşünmüyorum! Devletlerin tamamen gereksiz kalacağını devletin ilga edileceğini devletsiz toplumların olacağını düşünmüyorum. Ama sınırsız bir topluma doğru bir seyrin olduğu kanısındayım; özellikle iletişim araçlarının sayesinde insanlar artık birçok ihtiyaçları karşılayabiliyor. Eskiden devlet sayesinde ulaşabildikleri şeyler artık devlete ihtiyaç duymadan ulaşıla bilindiği için devletin uygulayacağı gücü etkisi politikası zayıflayacak. Ayrıca bu iletişim araçlarının devlet kadar güçlenmesi de söz konusu, yani devlete alternatif başka güçler devletin otoritesinii kısıtlayabilir diğer taraftan ise devlet halk lehine kendi gücünü yavaş yavaş terk edebilir. Bu durumlar gerçekleşse dahi devletlerin ortadan kalkması devletsiz toplum çokta öngörülecek bir şey değil.
Arap dünyasındaki Müslüman kadınların durumu nedir?
Bu konuda Arap dünyasında tek bir pozisyon olduğu söylemek doğru olmaz. Birçok Arap ülkesi çok farklı konumdalar. Mesela Suudi Arabistan’da kadınların araç kullanmalarıı bile yasak ama Tunus’ta meclisin yarısı kadın vekillerden oluşabiliyor. Yani bu iki uç arasında çok farklı konumlar var. Arap devrimlerinde kadınların önemli rolü oldu fakat devrimler birçok şeyi yıktıkları gibi toplumsal bazı kalıpları da kırdılar yani istibdadı kırdıkları gibi kadın/erkek arasındaki ilişkilerde de bazı kalıplar kırıldı. Kadınların devrimde etkinliği oldu ve kadınların durumunu iyileştiren katkılar da oldu ama şöyle bir durum var aynı zamanda bu devrimlerde kadın erkek arasındaki ilişkilerde de bir genişlik de söz konusu…