O ilk mezar, ilk hasyet, ilk tapinma, ilk kurban, Altamira’daki resim, Brassempouy’daki Venüs, Âdem’in sinirasimi, Ibrahim’in sorgulamalari, Musa’nin “bana kendini göster” deyisindeki safiyeti, Platon’un düsleri, Isa’nin manevî derinligi, Muhammed’in cehdi, Mevlana’nin aski, Yunus’un vecdi, Beethoven’in yüreginden geçenler, Van Gogh’un renkleri, Tolstoy’un tahayyülleri, Einstein’in düsünsel dünyasinin derinligi, Kurt Gödel’in denklemleri… Hepsi adimlayislardir o ufku; arayislar… Ve sadece bunlar bile, “iyi ki var bu insanlar, iyi ki yasamislar” dedirtmekte degil mi? Onlar olmaksizin bu kâinat bir çölden baska bir sey degildi. Ne mutlu bize ki, onlarin yasamis oldugu bir dünyada yasamaktayiz; onlara taniklar olarak!..
Kâinat ile Tanri arasinda beliren insanî bilinç, hem ayiran hem de birlestiren bir berzah olarak zuhur eder; yoksa her sey öylesine samed ve öylesine kendindedir ki… Tanrisal yaraticiligin devinimi sessizce isler ve bilinmez hiç kimse tarafindan. Ama insan bu çölsü issizlikta bir vaha gibi belirir. Kimdir vaha; bu sessizligi bozan, bu yakici gün altinda bir tanik gibi duran. Suyun ve isigin çekildigi o koyu ve samedî gecede beliren kimdir? Vaha sanki de vahiydir. Tanri’dan alinmis olan söz, kimileyin düs kirikliklarina neden olsa da, umutlandirir Tanri’yi da. Borç, alacaga dönüsmekte; cehennem cennet olmaktadir. Gizem ya da büyü, insanin aklinin örttügü degil, aydinlattigi bir sinirdurumdur. Tipki Günes gibi. Ama akil olmasa Günes bile aydinlatamaz karanligi. Tipki karanlikta çakan simsegin önünü aydinlattigi insan meselinde oldugu gibi. Ama kimdir önü aydinlanan ve nedir çakan simsek. Akil kimi aydinlatir, insani mi, Tanri’yi mi, yoksa kâinati mi? Karanlikta kalan kimdir ve çöl nerede büyümektedir?